….Bu faaliyetler, Osmanlı’da Marksist tanımlarla uyuşmayan ve uzun yıllar devam edecek bir sınıf çatışmasının başlangıcıdır.
TOPLUM YAPISI, EKONOMİ VE SİYASET II
(29.08.2023 tarihli yazıya devam)
Osmanlı toplumunun geleneksel yapısının içinde ilmiye sınıfının önemli bir yer tuttuğunu belirledik. İmparatorluk topraklarının yaygın bir şekilde bütün idari kademelerine hakim olan bu sınıf, elindeki en güçlü araç olan dini kullanarak toplumu kontrol etmektedir.
On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda özellikle batı avrupada meydana gelen sosyal ve ekonomik değişimlerin bütün kıtaya yayılması sonucunda, Osmanlı toplumunda da bazı gelişmelerin yaşanması kaçınılmazdı. Toplumların sınıf yapısını etkileyen bu gelişmeler, batıda olduğu gibi, Osmanlı ülkesinde de, öncelikle ruhban sınıfını etkileyecekti.
Bu noktada, islam literatüründe, “ ruhban sınıfı “ nın olmadığı savı ortaya atılacaktır. (Bu konu tartışmalara açık bir konudur, konuşulmasından pek de hoşlanılmaz. Kur’an ve Hadis hükumlerine göre olmaması gereken, ama, buna rağmen, ciddi ve yaygın bir sınıflaşmanın olduğu bir realitedir). Adını ruhban sınıfı olarak anmadan, sadece din adamları zümresinin etkilendiğini belirleyelim.
Ardından bu sınıfın mutlak hakim olduğu eğitimde; bu değişim dalgasının başlamasından sonra, mahalle mektepleri ve medreseler muhafaza edilmekle beraber; laik müfredat takip eden ilk okullar, Rüştiyeler, İdadi ve Sultaniler açılmağa başlanmıştır. Sultan Hamit zamanında bu okullar, imparatorluğun büyük merkezlerinde yaygınlaşmış ve halkın tercih ettiği okullar halini almıştır.
Asrın ilk yarısında;“ Tıbbiye “, önce askeri, sonra sivil olmak üzere eğitime başlamış, ardından;“ Harbiye “, “ Mülkiye “, “ Hukuk “ mektepleri, asrın sonunda da “ Darülfünun “ (üniversite) kurulmuş ülkede batı tarzında laik eğitim veren kuruluşlar yaygınlaşmıştır. Eğitimin bu şekilde evrimi, mahalle mektepleri ve medreselerin öğrencilerinin azalmasına, hatta, büyük merkezlerde kesilmesine sebebiyet vermiştir.
Yargıda Şer’iye Mahkemelerinin yanında, “ Nizamiye Mahkemeleri “ açılmış; “ Ceza Nizamnamesi “, “ Ticaret Nizamnamesi “ yayınlanmış, laik hukuk yolunda ciddi adımlar atılmıştır. Bütün bu gelişmeler, eskiden ulemanın kontrolünde olan yargı ve eğitimin; din adamları arasında, laik güçlerin eline geçmeye başladığı düşüncesini yaygınlaştırmıştır.
Bu değişime karşılık olarak bir tepkinin doğmaması imkansızdı. Toplum içinde bu sınıfın nüfuz alanı giderek gerilerken; bir şekilde din dışı, hatta, din düşmanı, kafir oldukları düşünülen seküler zümrelerin etkinliğinin artması sonucunda bozulan dengelerin, yapılan direnişlerle yeniden kurulmasına çalışılmıştır.
Bu bağlamda Sultan Abdülmecid’e karşı 1859 yılında girişilmiş olan “ Kuleli Vak’ası “ nın böyle bir direniş olarak kabul edilip, edilmeyeceğinin de araştırılması gerekir (i). Engelhardt ve Vambery bu girişimi meşrutiyet ve serbestlik yanlısı bir hareket olarak nitelendirmiştir ve bu görüşe genel olarak itiraz da edilmemiştir. Ancak zamanı yaşamış kimselerin aktardıkları bilgiler ve Namık Kemal’in bazı mektupları; olayların arka planında, “ Tanzimat Fermanı “ dolayısıyla hıristiyan tebaya verilen haklara karşı bir direniş olduğu fikrini ortaya çıkarmaktadır.
“ Kuleli Vak’ası “ ndan başka, 1876 yılında, tarihlere “ Talebe-i Ulum Ayaklanması “ olarak geçen ve Mahmut Nedim Paşa tarafından, Sultan Abdülaziz’e karşı olarak düzenlenen bir direniş vardır.
Bosna-Hersek ve Karadağ olayları ile bağlantılı olarak, Balkanlarda başlayan karışıklık ve imparatorluk sathına yayılan gerginlik üzerine; asayişin korunması amacıyla Rusya’dan yardım istenmesi sonrasında; İstanbul’da, Ruslar gelecek bahanesiyle bir silahlanma furyası başlamış ve halkı telaş sarmıştı. İşte bu gösteriler sırasında, medrese öğrencileri tarafından: “ İslamların, Hıristiyanlar karşısında ezildikleri, buna sebebiyet veren devlet yöneticilerini ortadan kaldırmanın şer’i bir görev olduğu “ şeklinde ifadeler kullanılmıştır.
Bu söylemler, 12.Haziran.2023 tarihinde bu sitede yayınlanan : “ Şeri’at İsteriz “ başlıklı yazıda adı geçen Kör Ali isimli meczubun, 1908 yılında, Yıldız Sarayı önünde, Sultan Abdülhamid’e hitaben söylediği: “ Meyhanelerin, Tiyatroların kapanması, kadınların sokağa çıkmasının yasaklanması ve Şeri’atın kurulması “ sözleri ile bir arada ele alınmalıdır (ii).
Yine 1909 yılında 31.Mart olayının meydana gelmesinde büyük rolü olan Derviş Vahdeti ve “ Volkan “ Gazetesinin yarattığı karmaşa da bu mücadelenin bir parçası olarak kabul edilebilir.
Başında “ Halife-i Müslimin “ (islam aleminin halifesinin) bulunduğu devletten; Şeri’atın kurulması talep edilmektedir. Bu çelişki, zihinlerin ne kadar karışık olduğunun bir delilidir.
Aslında on dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan bu faaliyetler, Osmanlı’da Marksist tanımlarla uyuşmayan, ancak uzun yıllar devam edecek bir sınıf çatışmasının başlangıcıdır. Bu çatışmada bazı din adamları; başta devlet yöneticileri olmak üzere, yerine göre islam düşmanı olarak düşündükleri her kese karşı, ister yurtiçinde, ister yurt dışında; ama açık, ama gizli bir mücadele yürütmüşler, bu arada bir takım radikal fundamentalist kuruluşlarla işbirliğinden de çekinmemişlerdir. Bu konularda sosyologlara ve akademisyenlere çok iş düşmektedir. Batıda benzer olaylar üzerine binlerce sayfalık araştırmalar, yayınlar yapılırken; bu türden çalışmalarda bizim biraz geride kaldığımızı düşünüyoruz.
Eğitim, yargı v.s. gibi kurumsal yapının unsurları dışında; giyimden, sofra adetlerine kadar toplumdaki bütün yenilikler, bu zümre tarafından, islam düşmanlığı olarak algılanmıştır. Nitekim, Cumhuriyetten çok önce, on dokuncu yüzyılın hemen başında, Sultan II. Mahmut’un kıyafet devrimine ve özellikle “ Fes “ giymesine, İslam düşmanlığı gözüyle bakarak; padişaha “ Gavur Padişah “ adı takılmıştır. İslama karşı olduğunu ve islamın kurallarını yok etmeyi amaçladığını düşündükleri bu yeniliklerden, islamın korunmasına çalışılmaktadır. Oysa “ Fes “ in din ile bir ilgisinin olmadığını; sadece kuzey afrikanın bir kesiminde geleneksel bir kıyafet parçası olduğunu gayet iyi bilmektedirler.
Bu düşünce tarzının arkasındaki temel güdü; esasında, asırlar boyunca, bir medeniyet olarak değil de, sadece hıristiyan dünyası veya “ kafir “ olarak kabul ettikleri batı dünyası karşısında; islamın, yani Osmanlı’nın, yüz yıllar boyunca devam eden gerilemesinin ve toprak kayıplarının vermiş olduğu yılgınlık ve komplekslerdir.
Bu çekişme Cumhuriyet döneminin başlangıcında yer altına inmiş, 1950 yılında Demokrat Parti iktidarı ile yeniden canlanmıştır. Bu defa mücadelenin mahiyeti değişmiştir. Ancak temel fikir aynıdır. Bu konuya ileride tekrar döneceğiz.
(Devam edecek)
(i) Bu konuda bakınız; Uluğ İğdemir “KULELİ VAK’ASI HAKKINDA BİR ARAŞTIRMA”, TTK, Ankara, 1937.
(ii) Bakınız; bu sitede 23.06.2023 tarihinde yayınlanmış, “ŞERİ’AT İSTERİZ” başlıklı yazı.
0 Yorum