…bu dönüşüm, Osmanlı orta çağının başlangıcı olmuştur.
TOPLUM YAPISI, EKONOMİ VE SİYASET III
(13.Eylül.2023 tarihli yazının devamı)
Yirminci yüzyıl ve özellikle cumhuriyet döneminin analizine girişmeden önce, 18 ve 19. Yüzyıllardaki koşulların nasıl oluştuğunu ele almanın yararlı olacağını; sebeplerin olabildiğince açık bir biçimde ortaya koyulmasının, olayların anlaşılmasını kolaylaştıracağını düşünüyoruz. Bunun için de çok önemli değişikliklerin yaşandığı Fatih dönemine kadar gidiyoruz.
Osmanlının eğitim düzeninin temelini medreselerin oluşturduğunu daha önce belirtmiştik. Medreseler, on birinci yüzyıldan itibaren kurulmağa başlanmışlar ve islam aleminin; hem dini, hem de akli ilimlerde eğitiminin merkezidirler.
Fatih Sultan Mehmet döneminde, Gazali’nin meşhur “ Tehafüt “ [i] ü üzerine, Hocazade ile Hatipzade arasındaki münakaşanın ardından, medreselerde eğitim, dini ilimlerle sınırlandırılmış, akli ilimler (felsefe, mantık, fen ve tabiat bilgileri) eğitim sisteminden çıkarılmıştır.
İşte bu değişiklikler, medreseleri, bu günkü dille tanımlayacak olursak, sağlıklı bir eğitim kurumu olmaktan çıkararak, bir nevi “ ilahiyat fakültesi “ şekline getirmiş ve bir bakıma bu dönüşüm, Osmanlı orta çağının başlangıcı olmuştur.
Osmanlı Devleti, İstanbul’un fethine kadar, militarist bir teokrasidir [ii]. Halen göçebe toplum geleneklerini tam olarak terk edememiştir. İstanbul’un fethinin, bu bakımdan özellikle Fatih’in düşüncesinde önemli gelişmeler yarattığını kabul etmek gerekir.
İstanbul’un fethinden önce ele geçirilen yerleşim yerleri dolayısıyla Doğu Roma’nın halkı ve kültürü Osmanlının yabancısı değildi. Bizans’la bütünleşme Osmanlının kuruluşundan beri devam edegelen bir süreçti. Ancak İstanbul bir uluslararası başkent olması bakımından ayrıcalıklıydı.
Bu cihetiyle Osmanlılar, İstanbul’un fethiyle birlikte, yüzlerce yıllık bir devlet olan Doğu Roma İmparatorluğunun devlet gelenek ve düzenini Bizanslılardan devralmışlardır. Aslında, Fatih’in hayal dünyasını da bu fetih süslemekteydi.
Osmanlı hakimiyet haritası, Roma hakimiyet haritası ile karşılaştırılırsa, bir çok özellikleri bakımından çakışmalar görülecektir. Fatih’in kendisini bir çok yönden Roma İmparatoru olarak gördüğünden kuşku yoktur [iii].
Doğu Roma İmparatorluğu, Hıristiyanlığın resmi din olarak kabulünden sonra, tamamen kilise vesayeti altına girmiştir. Ayrıca 1202-1224 yılları arasındaki Latin istilası da, Bizans’ı zayıflatmış, adeta çökmeye hazır hale getirmişti [iv].
Bizans’ta günlük hayat dinsel kurallara göre sürüyor ve ekonomik konularda da dahil olmak üzere her alanda kararlar kilise, feodal beyler (despotlar) ve rahipler tarafından alınıyordu. Mükemmel bir dinsel teşkilat vardı ve kilise en zengin ve güçlü kurumdu. Bu dinsel yapının yönetim ve hakimiyetinde tertiplenen görkemli ayinler, kutlamalar, törenler ve çeşitli yortularla geleneklerin; sade ve gösterişsiz islam geleneğine sahip Osmanlıları etkilemediğini düşünmek olanaksızdır.
Gerçekten, Süleyman Çelebi’nin “ Mevlid “ inin de yazılması ve camilerde okunması geleneği bu devirde oluşmuştur. Elbette, Bizans devlet yapısının ve dinsel organizasyonun etkileriyle islam toplumu içinde yerleşmeye başlayan bir takım dinsel törenlerin de bu devre isabet ettiğini düşünmek yanlış olmayacaktır. Bunların başında, “ kandil “ kutlaması olarak bilinen ve uygulaması bu gün de devam eden törenler örnek olarak gösterilebilir [v]. Bu konuya ileride tekrar dönülecektir.
Ayrıca Osmanlı toplum yapısı içinde, bir de sufi geleneği olarak tanımlayabileceğimiz tekke-tarikat yapılanması vardı. Bu yapılanma, sünni islamın katı kuralcı tutumu karşısında, daha yumuşak ve daha – “ yaratılanın, yaratandan ötürü sevildiği “ – sevecen ve hoş görülü bir dünya görüşüne sahipti. Esasen tekke-tarikat yapılanması, – her ne kadar bazı düşünürlerin aksini söylemelerine karşın – hem islam içi (şia), hem de islam dışı kaynaklardan da (antik Yunan ve uzak doğu) etkilenerek, özellikle esnaflar arasında yaygınlaşmıştı (Ahilik). Her esnaf gurubunun ayrı bir dergahı ve kendilerine özgü gelenekleri vardı.
Fatih’in özellikle sufi geleneğinden hoşlanmadığı bilinen bir gerçektir. O dönemde Anadolu’da yayılmakta olan ve aykırı görüşler taşıdıkları iddia edilen İran kaynaklı “ Hurufilik “ oluşumuna karşı, çok ciddi bir mücadele vermiş ve bu akımı tamamen yok etmiştir. Bu arada bir çok tarikatlara ve sufi kurumlara verilmiş olan tımarları da geri almıştır.
Bu haklar Fatih’i takip eden II. Bayezid döneminde iade edilmiştir. II. Bayezid’e “ Veli “ sıfatının verilmesinin asıl sebebinin, bu timarların yeniden tesis edilmesinden dolayı olması gerekir.
Fatih katı sünni kurallara bağlıdır. Ancak, dönemin bütün önde gelen “ müneccim “ lerini de (astrologlar) sarayında bulundurmakta; sefere çıkmadan önce yıldızların durumlarına göre onlardan yorumlar almaktadır [vi].
Bu noktada yeri gelmişken, bir konuyu da belirtmenin yararlı olacağını düşünüyoruz. Giovan Maria Angiolello tarafından ortaya atılmış olan ve II. Bayezid’e atfen söylenen: “ Bayezid babasının Muhammed’e inanmadığını da söylüyordu. Bir çok kişi de Sultan Mehmed’in hiçbir inancı olmadığını anlatıyordu. [vii]” şeklindeki iddialar gerçeği yansıtmamaktadır.
Bu söylentilerin, II. Murad’ın eşlerinden Fatih’in analığı ve hıristiyan olan Mara’nın, Fatih’in üzerinde büyük bir nüfuza sahip olmasından dolayı çıkması ihtimali vardır. Mara, II. Murad’ın vefatından sonra, babası Sırp Despotu Durad Brankoviç’in yanına dönmüş; babasının ölümünden sonra tekrar Osmanlı ülkesine geri gelmiştir. Fatih, kendisine Selanik yakınlarında bir yer tahsis ederek, ömrünün sonuna kadar rahat bir hayat geçirebileceği imkanı sağlamıştır. Fatih, değil Mara, hiçbir kadının etkisinde kalabilecek yaradılışa sahip biri değildi. Ancak, Mara’yı ve babasının muhitini, politik çıkarları amacında kullanmıştır.
* * *
Fethin ardından, Fatih, devletin yeni yapılanması içinde ulemanın da statüsünü belirlemiştir. Hiyerarşinin başında iki kazaskerin bulunduğu ulema; kadılık, müftülük ve imamlık görevlerini yerine getireceklerdi. Ayrıca medreselerde “ müderrisler “ vardı. Bilahare iki kazaskerin başına İstanbul Müftüsü getirildi ve ileride bu görev şeyhülislamlık makamına dönüştü.
Fatih, Ayasofya’nın cami yapılmasını takiben, sekiz adet kiliseyi de medreseye dönüştürerek; o dönemde, Sahn-ı Seman Medreseleri olarak anılan, Fatih Medreselerini kurdu. Bunların başına Mevlana Alaaddin-i Tusi ile Bursalı Hocazadeyi getirdi. Bu dönüşüm 1463 yılına kadar ancak tamamlanabildi.
* * *
Bu şekilde klasik dönem Osmanlı toplum yapılanması ana hatlarıyla belirlenmiş oldu. Bu yapı 18. Yüzyıla kadar çok büyük bir değişikliğe uğramadı.
Bu arada, Osmanlı Devletinin iki kudretli önemli padişaha sahip olması (Yavuz ve Kanuni) ve ordunun yüksek moralle gücünü muhafaza etmesi, 17. Yüzyılın sonuna kadar devletin sınırlarının korumasına ve zenginleşmesine yardım etti.
Fakat, başta Osmanlı toprak düzeni ve bu düzene bağlı olarak askeri yapının ve yine biraz yukarıda gösterdiğimiz gibi, medreselerin “ akıl yerine nakli “ esas alan eğitim düzeninin bozulması, devletin geri kalmasına ve buna bağlı olarak toprak kayıplarına yol açtı. Bir tarafta geriye gidiş varken; diğer tarafta, yani, batı dünyasında meydana gelen devrimsel ilerlemeler, aradaki farkın hızla açılmasına sebebiyet verdi.
Din adamlarının bu farklılık konusu açıldığı zaman yapmış oldukları en klasik savunma, “ Osmanlıdaki gerilemenin esas sebebinin dinden ayrılmak olduğu “ dur. Din adamlarını bu savunmaya iten en önemli saik, bize göre; gerilemenin kendi kontrolleri altındaki kurumlardan kaynaklanmasını bilmeleridir.
Bu savunmaya dayanarak; bu günkü sünni islamın da benimsemeye başladığı Selefi doktrine göre; peygamber devrinden sonra dine karışmış olan bid’atların (dine sonradan sokulmuş olan adetlerin) tasfiye edilerek, dinin özüne, yani, peygamber dönemindeki kurallara dönülmesi gerektiği sonucuna varmak gerekir.
Yukarıda açıkladığımız gibi, aslında, bid’at olduğu söylenen gelenekleri dine sokanlar da yine ulemanın kendisidir. Burada, gerçekten, içine düşülen paradoksal durumun ortaya koyulması ve düzeltilmesi, ne yazık ki, pek kolay görünmüyor.
Bu bakımdan, bir sonraki çalışmamızda bazı konuları biraz daha açmamız gerektiğine inanıyoruz.
(Devam edecek)
[i] Gazali’nin “ Filozofların Tutarsızlıkları “ (Tehafütü-ül-felasife) adlı kitabının konu edildiği tartışma.
Gazali (1058-1111) kelamcılık akımının önemli isimlerindendir ve filozoftur. Fıkıh ile uğraşmış medreselerde ders vermiştir. Daha sonra, dünya ile bağlantısını kesmiş, uzun müddet bir iç hesaplaşma devresi geçirmiştir. Ardından, ilk döneminde ileri sürdüğü fikirlerin tam aksine, akla dayanan ilimlerin ve insan aklının mutlak hakikati (Allah fikrini) anlamaya kafi gelmeyeceğini, insanın gerçeğe ancak kalp yoluyla ulaşabileceğini savunmağa başladı. Bu konuda ilk önce “ Makasıd-ı Felasife “ adlı kitabı yazdı ve filozofların gerçeklere ulaşmak için ileri sürdükleri kanıtları gösterdi. Ardından “ Tehafüt “ ü yazarak, filozofların tutarsızlıklarını yirmi mesele halinde tenkit etti ve bunların üçünde filozofları tekfir etti.
Gazali’nin bu görüşlerine İbn-i Rüşt şu sözlerle karşı çıkmıştır: “ …Gazali’nin maksadı, hakkı bulmak değil, filozofların sözlerini iptal etmektir. Halbuki bütün kazanımları, filozoflardan gelmektedir. Bu sayede islam ilimlerindeki büyük şöhretini elde etmiştir… Allah hakikati ilimle arayınız buyurmuştur, Şu halde alim ve filozof olmayanlar dinin hakikatini anlayamazlar…”
İslam aleminde; Gazali ile İbn-i Rüşt arasındaki bu anlaşmazlık, ileride bir daha bahis konusu edilmemiştir.
İşte Fatih Sultan Mehmet de İstanbul’un fethinden sonra; o dönem itibariyle tanınmış din alımleri Bursalı Hocazade ile Hatipzade’den, Gazali’nin “ Tehafüt “ ü hakkında görüş istedi. Hocazade, Gazali’nin fikirlerini bile noksan bularak, filozofların ve felsefenin yetersizliğini anlattığı “ Tehafüt “ adlı bir risale yazıp Fatih’e arz etti. Fatih’in bu görüşlere itibar etmesi sonucunda, Medreselerde akli ilimler (felsefe, mantık ile fen ve tabi’i ilimler) dersleri kaldırılarak, sadece dini ilimler (fıkıh, kelam, tefsir, hadis, gramer, retorik) okutulmağa başlandı. Bu şekilde medreselerde, “ akıl “ yerine “ nakil “ hakim olmuştur.
KONUYA İLİŞKİN KAYNAKLAR:
Cavit BAYSUN; “ İSLAM FELSEFESİ DERSLERİ “ ANKARA, 1967, s.119-140, 144-160
Hilmi ZİYA ÜLKEN; “ İSLAM FELSEFESİ KAYNAKLARI VE TESİRLERİ “ İSTANBUL, 1967, T. İş Bankası Yay. S.120 v.d.
[ii] BABİNGER Franz; “ FATİH SULTAN MEHMET VE ZAMANI “ İSTANBUL, 2021, Alfa,s.659.
[iii] BABİNGER Franz, a.g.e., Alfa, s.628 ve 637.
[iv] KORDATOS Yannis; “ BİZANS’IN SON GÜNLERİ “, İstanbul, 1999, Alkım, s.16 v.d.
[v] “ Kandil “ deyimi, ilk defa Kanuni’nin oğlu II. Selim devrinde, 1590’lı yıllarda kullanılmaya başlanmıştır. O günlerde camilerin şerefelerinde kandillerin yakılması dolayısıyla bu deyimin kullanıldığı bilinmektedir.
Kandil günleri konusunda ne Kur’an’da, ne de hadislerde hiçbir kayıt bulunmamaktadır. İslam anlayışının temelinde; kutsal kabul edilebilecek hiçbir araç (takke, tesbih, seccade v.s. gibi) ve kavram yoktur. Esasen, islamın, diğer dinlerde yerleşmiş bu kutsanma alışkanlıklarının kaldırılması amacıyla tebliğ edildiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Hele, örneğin günümüzde de sürekli olarak kullanılan: “ Berat Kandili gecesi, camilerde sabaha kadar ibadet edenlerin günahlarının affolunacağı “ şeklindeki söylemler, Kur’an ahkamına uygun düşmemektedir..
Kur’an hükümlerine göre tek kutsal gece vardır, o da, “ Kadir Gecesi “ dir.
[vi] BABİNGER Franz; a.g.e., s.651.
[vii] ANGİOLELLO Giovan Maria; “ FATİH SULTAN MEHMET “ ; İSTANBUL, 2011, S.126.
0 Yorum